Bir Ajanın Portresi

Bir ajanın portresi

ALMANYA'da yaşayan ve PKK terörünün önde gelen örgütleyicilerinden biri olan Yaşar Kaya, aynı zamanda PKK'nın gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.

Bu şahsın aslında Türk devletine çalışan ve PKK'nın içinden bilgi sızdıran paralı bir ajan olduğu, bir süre önce ortaya çıktı.

Bunları gündeme getiren siyasetçi hakkında ‘‘devlet sırlarını açıkladığı’’ gerekçesiyle işlem başlatıldı.

Konu çok ilginçti. Biraz merak ettim, deştim ve doğru olduğunu öğrendim. Yaşar Kaya isimli bu şahıs gerçekten de Türk devletine çalışıyor ve karşılığında para alıyordu. Devlet bunların içine sızmıştı. Onun gibi başkaları da mutlaka vardı!

Bu şahıs PKK ve iç içe olduğu Kürt kuruluşlarından elde ettiği bilgileri satıyor, edindiği paralarla Almanya'da güzel bir hayat sürüyordu.

Aldığı paralar, kendisine elden gönderiliyordu. Mühürlü zarfın içinde ve kurye ile. Para kod adı ‘‘Bahar’’ olan, gerçek ismi gizli tutulan bir kadına Almanya'da teslim ediliyordu. Bu kadını Yaşar Kaya kendisi önermişti. Demek ki güvendiği biriydi.

Yaşar'ın daha önce Almanya'da bir yakını adına açılmış banka hesabı varmış ve para buraya yatarmış. Sonra nedense fikir değiştirmiş ve elden gönderilmesini istemiş.

İstihbarat uzmanlarına göre, parayı elden almak daha güvenceliymiş, çünkü bu gibi durumlarda karşı tarafı ürkütmemek için imza alınmazmış.

Yaşar Kaya ayrıca Türkiye'den SSK emeklisi imiş. Her ay düzenli olarak emekli maaşı alırmış. Devletin ilgili makamları, ele geçen ve kullanılan böyle verimli bir ajanı ürkütmemek ve hizmetinden yararlanmak için maaşını kesmemişler.

Bu ülkede vatanı milleti için sakat kalanlar kıvranırken, bu yüzsüzler üstelik her gün sövdükleri devletten maaş da alırmış.

Yaşar Kaya ayrıca, gerçekleri dile getirenlere e-mail yoluyla tehdit mesajları gönderiyor, onları ölümle tehdit ediyormuş.

Devlete çalışan ajan olmasına rağmen, yaptığı her konuşma, yazdığı her mesaj, birileri tarafından izleniyormuş... Çünkü kendi örgütüne bile içeriden ihanet eden adamlara güvenmek, istihbarat birimleri açısından mümkün değilmiş. Ancak kendisinin verdiği bilgiler doğru çıkarmış.

Böyle bilgiler aslında gerçekten de devlet sırrı olarak saklanır ve hiç kimseye bir şey söylenmez.

Şimdi bu konuyu, devlet sırrını açığa vuranlar hakkında soruşturma yapılıyormuş. Bakalım ne çıkacak.


KAREN FOGG OLAYI:


Karen Fogg isimli hanım, Avrupa Birliği'nin Türkiye'deki temsilcisi. Yani büyükelçi konumunda bir diplomat. Bu hanım yıllardan beri Türkiye'de bir kapütilasyon komiseri gibi davranıyor. Kendini çok önemli biri gibi görüyor, işlerimize karışıyor, nasihat vermeye ve en duyarlı konularımızla oyun oynamaya kalkışıyor.

İşçi Partisi, bu hanımın bazı bilgisayar yazışmalarını ele geçirip açıkladı. Açıklamalar sürecekmiş.

Bunun yasalara ve ahlaka uygun olup olmadığı elbette ki tartışmaya açıktır. Ancak açıklanan yazışmalarda çok ilginç ve yabana atılmayacak hususlar var. Ayrıca bu yazışmalar özel hayata ilişkin değil.

Bunların açıklannasında Türkiye açısından kamu yararı var mı? Bence var... Çünkü ortaya çıkan belgelerde ciddi bulgulara rastlıyoruz.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için ‘‘Haddi bildirildi’’ diyor. Bazı gazetecilerle senli benli yazışmalar yapıyor.

Devleti yönetenlerden kod isimlerle söz ediyor.

Bu yazışmalarda tuhaf, karışık, yakışıksız ve bir diplomattan beklenmeyen ifadeler var.

Türkiye bir aşağılık duygusu içinde bocalıyor. Biz adam olsak, biz onurlu bir ülke olsak, bunların hesabını sorarız. Ama hiçbir şey yapamıyoruz. İşimiz gücümüz bunlara yağ çekip ‘‘Aman bizi AB'den dışlamasınlar’’ diye Allah'a yalvarıp yakarmak.

Mesut Yılmaz dün diyor ki: ‘‘Ya 19 Mart'a kadar AB'nin istediği bütün yasaları çıkarıp aday olacağız, ya da bu iş bitecek.’’

Bir işi onurumuzla yapamıyoruz. Hep başkalarının kucağında oturuyoruz, onların oyuncağı oluyoruz.

Ben Doğu Perinçek gibi ‘‘Karen Fogg'u sınırdışı edelim’’ demiyorum.

Ancak artık gerçekleri görelim. Bu kadar saygısızlığa bir tepki gösterelim.

Bu saygısızlık sürecine bir kez yol verdik mi, ötesi fazlasıyla gelir.

Atamız Osmanlı'nın başına gelenlerden ders alalım.

Bunlara elimizi verince kolumuzu isteyeceklerini unutmayalım.

Avrupa'nın uygarlığına, olanaklarına evet!

Ama saygısızlığına, kapitülasyon komiserlerinin başımızda durup ahkám kesmesine hayır!        

  

YETERINCE GUCLU OLURSANIZ CAYDIRICILIK DENILEN OLGU HER OLAYDA VE HER ZAMAN SIZINLE OLUR. GUCLU OLMAK ICIN BUGUN ESKISINDEN DAHA FAZLA SILAHLI KUVVETLERE DEGIL DAHA GUCLU TOPLUM YAPISINA , KENDINE VE HALKA INANAN DURUST- SAYGIN- INANCLI INSANLARA VE IDARECILERE  GEREK VAR. BU DEGERLER ISE ASLINDA DAMARLARIMIZDAKI ASIL KANDA MEVCUT. ANCAK OYNANAN OYUN BU KANIN UYUSTURULMASI, MUMKUNSE DEGISTIRILMESI UZERINE. OYUNA NASIL VE NE SEKILDE KARSI KONULMASI GEREKTIGI SIZLERE KALMIS......

    

O yargılanıyor. millet değil

KABUL edelim, İstanbul'da yapılan ‘‘Medeniyetler Buluşması’’ toplantısı yüzünden Lahey'deki çok önemli bir olayı ıskalamışız.

Dün SIPA Ajansı'nın sahibi Gökşin Sipahioğlu uyarmasaydı belki farkına da varmayacaktık.

Önceki gün Lahey'de başlayan Miloseviç davasının başında ilginç bir konuşma yapılmış.

HALKI YARGILIYORSUNUZ

Eski Yugoslavya'da Boşnaklara, Hırvatlara ve Arnavutlara karşı girişilen insanlık dışı olayları yargılamak üzere kurulan mahkemede Miloseviç kendini şöyle savunuyor:

‘‘Bu mahkeme Sırp halkını yargılamaktadır.’’

Ancak mahkemenin başsavcısı Carla Del Ponte Sırp diktatörün sözünü kesiyor ve cevabını veriyor:

‘‘Miloseviç kişisel eylemleri nedeniyle bu mahkemeye çıkıyor. Mahkeme bir bütün olarak Sırp halkını suçlamıyor. Hiçbir devlet veya kuruluş bugün bu mahkemede değil.’’

Başsavcının bu sözleri çok çarpıcı.

On binlerce kişinin öldüğü bu insanlık dışı olaylar nedeniyle Sırp halkını ve devletini yargılamayacaklarını söylüyor.

Bu yaklaşım çok önemli.

Çünkü yakın tarihimizin bu olayına hepimiz tanık olduk.

Eski Yugoslavya'nın devlet politikası olarak sürdürdüğü bu toplu kırım girişiminde bile başsavcı halkı ve devleti sorumlu tutmuyor.

Dünkü Sırp basınının bu haberi nasıl verdiğini araştırdım.

Yüksek tirajlı Vecernice Novosti gazetesinin manşeti şöyle:

‘‘O yargılanıyor, millet değil.’’

Demek ki, ‘‘Sırplar Boşnakları kesti’’ veya ‘‘Sırplar Boşnaklara soykırım yaptı’’ gibi ifadeler onları da çok rahatsız etmiş.

BENZERLİK YOK AMA

Başsavcının bu sözlerini okuyunca ister istemez kendimize döndüm.

Miloseviç'in yaptıkları ile bizim geçmişimizdeki trajik olayların fazla bir benzerliği yok.

Ama bizim geçmişimizle ilgili toptancı çok ağır suçlamalar var.

Başsavcının bu yaklaşımını görünce, Büyükelçi Gündüz Aktan'ın ‘‘Hodri meydan’’ deyişi aklıma geldi.

Aktan bir süredir Ermenilere ‘‘Haydi bu olayı uluslararası mahkemelere götürelim’’ çağrısı yapıyor.

Ancak durmadan Türkiye'yi ve Türkleri suçlayan ‘‘İntikamcı Ermeniler’’ buna bir türlü yanaşmıyorlar.

Demek ki sebebi buymuş.

Uluslararası bir mahkemede buna benzer sözleri işitmekten çekiniyorlarmış.

YA MİLOSEVİÇ ÖLSEYDİ

Çünkü özellikle Ermeni diasporasının fanatik bölümü, geçmişe yönelik kampanyalarında Türkiye ve Türklere karşı kökten suçlama stratejisini izliyor.

Oysa bugüne kadar hiçbir ‘‘hukuki kurum’’ Türkiye'yi ve Türkleri kökten suçlayan tavır almadı.

Ama başta Fransız Parlamentosu olmak üzere başka bazı yasama kuruluşları, Lahey Mahkemesi'nin yaptığı ayırımlara dikkat etmedi.

Toptancı mahkûm etmeleri tercih etti.

Miloseviç şahsen yargılandığına göre ve Sırp devleti ve milleti yargı kapsamı dışında kaldığına göre bir an için şu sorunun cevabını düşünelim.

Ya Miloseviç ölmüş olsaydı ne olacaktı?

Cevabı da basit.

Önceki gün bu mahkeme olmayacaktı.

Veya başka savaş suçlularının yakalanıp yargılanması beklenecekti.

Yani kimse kalkıp, geriye dönüp, bu olaylar nedeniyle bir devleti ve milletini yargılamaya kalkmayacaktı.

Türkiye'de Ermeni olayları ile ilişkilendirilen siyasilerin ve yöneticilerin hiçbiri bugün artık yaşamıyor.

Talat Paşa öldürüldü.

Öyleyse bütün bu parlamentolar hálá neyin peşinde?

Amaç sadece trajik bir olayın ‘‘tanınması’’ mı?

O zaman şunu sorarım.

Bu ‘‘tanıma’’ neye yarayacak?

Daha doğrusu, halen yaşayan Türklerle Ermenilerin arasına başka nifaklar sokmaktan başka neye yarayacak?

TARİHÇİLERE BIRAKIN

Mahkeme başsavcısının sözlerinden sonra bu soru üzerinde daha ciddi durmanın zamanı geldi.

O nedenle Ermeni sorununu kaşımaya çalışan bütün siyasilere şunu tavsiye ediyorum.

Bırakın tarihi tarihçiler yazsın.  

DİL-İ BİÇARE

ANLAT DİL-İ BİÇARE'DEN, 
SUN DA İÇSİN YAR ELİNDEN
YANİ HEP BİLİNEN,
ŞEYLERDEN OLSUN
SEN SÖYLE DEDE'NİN
"ZÜLFÜNDEDİR BAHT-I SİYAHIM" BESTESİNİ

MEVLANA'DAN

Hergün bir yerden göçmek, ne iyi,
Hergün bir yere konmak, ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş,
Dünle beraber gitti. Cancağızım;
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi Yeni şeyler söylemek lazım...

NOKTA-I ESRAR

Kur’an’a İncil’e Zebur’a Tevrat’a
İman eden etmiş vahdet-i zata
Biri nefye memur biri ispata
“Lâ, illâ” da, “illâ, lâ” da olamaz
Seyrani